İYİ VE GÜZEL FOTOĞRAF ARASINDAKİ FARK

Martino Pietropoli’nin iyi ve güzel fotoğraf arasındaki farkı tartıştığı makalesi Cenk Mirat PEKCANATTI tarafından çevrilmiş.


İYİ VE GÜZEL FOTOĞRAF ARASINDAKİ FARK

Martino Pietropoli

Günümüzde etrafımızı kuşatan yığınla fotoğraf var. Bunların
birçoğu gerçekten iyiler… Nicesi de sadece güzel… Bunlar işlerin nasıl
yapıldığını iyi bilen profesyonellerin ellerinden çıkan profesyonelce işler.

Beğenilen fotoğraflara dikkat edildiğinde, genellikle bunların güzel renkli,
basit ve merkezi kompozisyonlu olduğu görülür.

Roger Ballen bir keresinde şöyle demiş:

“İnsanlar bir fotoğrafa hayran olduklarını söylediklerinde, aslında çoğu zaman
onun sadece renklerine hayran olurlar.”

Renkler fotoğrafın adeta şekeridir. Ve tartışmasız bir şekilde hepimiz şekeri
çok severiz. Renkler bir fotoğrafta hemen bizi etkiler. Belki de bazı renklerin
neden daha etkili oldukları ve izleyiciye neden “Ne güzel fotoğraf”
dedirttiklerini açıklayan bir renk algı teorisi vardır. Mesela gökyüzünün
mavisi, çiçeklerin renkleri, çocuğun cildinin tonu, v.b

Gelin şu testi birlikte yapalım: Güzel renklere sahip bir fotoğrafı, kadrajda
bulunan figürler tanımlanamayıncaya kadar netsizleştirin. Ta ki geriye sadece
saf renk lekeleri kalasıya kadar… Gördüğünüz size hala hoş geliyorsa, bu güzel
bir fotoğraftır. Eğer tanımlanmıyorsa, artık bir fotoğraf değildir. Burada bloke
olmuş bir fotoğrafı değil, katı bir kompozisyona sahip fotoğrafı kastediyorum.

Güzel fotoğraflar benim sinirlerimi bozuyor. En çok ilgimi çeken fotoğraflar,
“Tanrı bilir adam bunu nasıl çekmiş?!” dediklerim değil… Teknik ilginç bir
mesele ama er ya da geç beni sıkıyor. Ben sadece en az 10 saniye boyunca
dikkatimi çekebilecek fotoğraflarla ilgileniyorum. 10 saniye oldukça uzun bir
süre… Bir fotoğrafın bu kadar uzun bir süre izlenmesi büyük bir olay, bu bir
sanat galerisinde bir resme bakmak için harcadığımız zamandan çok daha
fazlası…

Kompozisyon

Kompozisyon fotoğrafın temel direğidir. Mükemmel sonucu elde
etmek için fotoğrafın her bir unsuru kadrajda mükemmel bir şekilde
düzenlenmelidir. Bu yaygın olarak herkesçe bilinir.

Şimdi sizlere iki farklı kompozisyon türünü analiz etmek istiyorum. Bunların
ilki bloke (kapalı) kompozisyonlar:

Konusu genellikle merkeze doğru olan ve fotoğrafı oluşturan diğer her unsurun
kadrajın tam ortasını işaret ettiği kompozisyonlardan bahsediyorum.

Bu kompozisyona dayanan birçok ünlü ve oldukça iyi fotoğraf olsa bile, ben bunun
aksine merkezden uzaklaşan kompozisyonu seviyorum, çünkü çok daha ilginç… Her
fotoğraf sadece kendi unsurları tarafından değil aynı zamanda çerçeveyle de
tanımlandığı için, sınırların dışına çıkmaya eğilimli her unsur fotoğrafa
genellikle ilginç bir şey katar. Sanki tüm hikâyenin kadraja sığmasının imkansız
olması gibi ya da başka bir bakış açıyla sanki iki fotoğraf varmış gibi:
Kadrajda görünür olan ve dışında yer alıp görünmez olan bir diğeri… İşte
görüyorsunuz. Merkezden uzaklaşan kompozisyonlar ikisi bir arada fotoğraflar
sunar ya da en azından görünenden öte bir hikâye anlatır: kadrajın içinde bir
şeyler oluyordur ve onu görebilirsiniz, ama dışarıda da bir şeyler
süregeliyordur ve bunu kolaylıkla tahmin bilirsiniz. İçindeki hikâye o kadar
güçlüdür ki, adeta kadrajın dışına taşmaya çalışır.

Aklıma hemen iki fotoğraf geliyor: biri Henri Cartier-Bresson diğeri ise Rui
Palha tarafından çekilmişler.


Henri Cartier Bresson, The Var department


Rui Palha, Upstairs

Her ikisi de kadrajdan çıkmaya çalışan kompozisyon unsurlarına
dayalıdır.

Hareket, -katmanlılığın şaraba derinlik katmasını benzer şekilde- fotoğrafa
devinim katar.

Gerçekten iyi bir fotoğraf, sadece bir şeyi göstermez, aynı zamanda gözlemcinin
kafasında yer alan algısal bir alanı aydınlatır. Bir fotoğraf baskısının iki
boyutuna asla sığmaz, her zaman dışarı çıkmaya çalışır.

İki boyutun ötesine, fiziksel uzaya gitmek ister. İyi bir fotoğraf sadece güzel
bir şeyden ibaret olamaz.

Güzel fotoğrafların tıpkı şeker gibi olduğunu söylediğimi hatırlayacaksınız?
İyi bir fotoğraf ise iyi bir şaraba benzer:
daha önce hiç denemediyseniz,
şarap içmeye başladığınızda muhtemelen ilk olarak tatlı şaraplardan
hoşlanırsınız. Tadına alıştıktan sonra ise daha derin bir katmanlılık ararsınız.
Artık şarabın tatlılığından tatmin olmazsınız: yoğunluk, aromalar, farklı
dokular tatmak istersiniz.

Aynı şey fotoğraf içinde geçerlidir: şekerin tadılması ve anlaşılması kolaydır
(tıpkı renkler gibi), fakat kendinizi bir konuda eğitirseniz, karmaşık
tezahürleri daha çok ararsınız.

Çünkü basit olanlar artık sizi yeterince uyarmaz. Şeker her zaman tatlı ve
iyidir, ama artık bunu umursamazsınız. Farklı bir şeyler istersiniz.

Cartier-Bresson’un keskinliğin burjuva bir kavram olduğunu söylemesi gibi,
rengin de burjuva bir kavram olduğunu söylemek mümkündür. İletişim kurabilmek
için, bir fotoğrafın bazen çarpıcı olması, deyim yerindeyse adeta haykırması
gerekir. Aksi halde sadece şekerdir. Eğlencelidir. Diğer zamanlardaysa
berbattır.

Sonuçta pekte ilginç değildir.

Bir Hikayeyi Anlatmak

Bu günlerde “Hikaye Anlatıcılığı” kulağa büyüleyici bir söz gibi geliyor. Emin
olun bir süre sonra diğer tüm sözcükler gibi suistimal edilecektir.

Bir hikaye anlatmak kelimeleri ya da en azından bir canlandırmayı gerektirir. Üç
aşamaya dayanır: Giriş, gelişme ve sonuç…

Fotoğraf durağan bir görüntüdür. Bir sinema filminin özgürlüğüne ya da
kelimelerle yazılmış bir öykünün ifade gücüne sahip değildir. Fotoğrafın bir
hikaye anlatmasına izin veren tek bir unsur vardır: Fotoğrafı oluşturan unsurlar
arasında en azından belirli bir gerilimin olması… Sadece çekim anında donmuş
bir eylem olan gerginlik; varsayımda bulunmayı, tahmin etmeyi, daha öncesinde ve
özellikle sonrasında neyin geldiğini hayal etmeyi sağlar. İşte bu yüzden de
manzara fotoğrafları hikayeler anlatmaz. Aynı sebepten, çok başarılı portreler
olmadıkları sürece, öznesi belli başlı bir eylemde bulunmayan fotoğraflar da
herhangi bir hikayeyi anlatamazlar. Bir fotoğrafın içerdiği hikaye izleyicinin
hayal gücüne bırakılmıştır. İçine gizlendiği şimdi ki zaman(donakalmış an,
görünen), geçmiş ve gelecekten oluşur.

Fotoğraf tarafından anlatılan bir hikaye, metroda bizimle aynı vagonda seyahat
eden insanlara bakıp, onların nasıl bir hayata sahip olduklarını, ne iş
yaptıklarını, nereli olduklarını, v.b.’lerini hayal etmeye benzer. Özellikle tek
bir fotoğraf söz konusu olduğunda, fotoğrafta gösterilen ilk ve daha
sonrasındaki anlar gözlemcinin hayal gücü alanına aittir.

Hikaye anlatan fotoğraflar hakkında konuşurken sizlere iki örnek sunmak
istiyorum: biri Mary Ellen Mark’a ait ve bir diğeri de Martin Parr’a… Her biri
için portrelenen insanların geçmiş ve geleceğini hayal ettim. Fotoğrafların
önermelerine dayanarak
kafamda olası geçmiş ve gelecekleri oluşturdum. O geçmiş ve gelecekler bu
fotoğraflarda görünmüyordu. Ancak bu fotoğraflarda görünen, çatışan unsurlardan
kaynaklanıyorlardı.

Bir fotoğraf, içeriğini ifşa ettiği anda sonlanan basit bir görüntü olabilir.
Bununla birlikte, güçlü bir hikaye anlattığında, izleyicisinin, geçmiş ve
geleceği kucaklayanların akıllarına doğru genişler. Bu yetkinlik, onu oluşturan
unsurlar arasındaki gerilimden kaynaklanır. Bu, bir görüntü çerçevesinden
taşarak ilginç bir şeye dönüştüğünde veya başka bir deyişle bir hikaye haline
geldiğinde gerçekleşir.


Arabalarındaki Damm Ailesi, Los Angeles, Kaliforniya, ABD 1987. Mary Ellen
Mark

Bir hikayeyi tek bir kareyle anlatmak ne kadar zor olabilir ki? Emin olun bu
nadiren gerçekleşir. Mary Ellen Mark tarafından 1987’de Los Angeles’ta çekilen
“Arabalarındaki Damm Ailesi” başlıklı bu fotoğraf, basitçe her şeyi içinde
barındırır. Bu sadece hayatlarının belli bir dönemindeki bir ailenin değil, aynı
zamanda koca bir ülkenin hikâyesidir.

Jestler ve Nesneler Gerekli Her Şeyi Söyler

Bu fotoğrafa baktığınızda ne görüyorsunuz? Arabanın içinde oturan bir aile.
Muhtemelen arabalarında ve evlerinde hep bu şekilde yaşıyorlarmışçasına, her
aile ferdi doğal bir poz içinde… Arabalarından başka hiçbir şeyi olmayan fakir
bir aile. Her şeye rağmen birbirlerini kollarlar: baba/koca karısını usulca
kucaklar, kızları küçük erkek kardeşini okşar ve korur. Bunu yaparken kadraj
dışındaki bir şeye bakıyordur. Neye veya kime baktığını kesin olarak bilmiyorsak
ta, muhtemelen bu fotoğrafçı değildir. Belki de pek de parlak görünmeyen gelecek
olabilir.

Babanın gözleri

Baba, anne ve kız doğrudan objektife bakmaktadır. Bunun onların hayatı olduğunu
ve muhtemelen de böyle süreceğini biliyorlar.

Baba gözleriyle “Hayattaki tüm varım-yoğum bu!” diyor, ama ailesini ne denli
önemsediğini anlamak hiçte zor değil.

Annenin kollarında takat kalmamış. Çok yorgun.

Kızı 20 yıl önceki haline benziyor. Bu tıpkı aynı kişiyi, hayatının farklı
anlarında aynı anda görmek gibi. Bu küçük kadın şimdiden geleceğinin
farkındadır: Umut yok!, bu onun hayatı… Aynı annesi gibi büyümüş ve onun gibi
olgunlaşmış, ama daha genç bir bedende. Zaten halihazırda her şeyi biliyorsun.
Daha şimdiden gerisinde kalmış!!! geleceğe hüzünle bakar.

Kasaba

Yaşadıkları kasaba arka planda: arabalarını park ettikleri toprak yol ve de
evleri. Muhtemelen artık yerinden oynamayan bir araba: sadece orada duruyor,
stop etti, süresiz olarak olduğu yere park etti ve durdu. Artık hiçbir şey
üretmeyen kırık bir toplumun sembolü… Araç aslında aynı zamanda kadrajın
içinde bir diğer kadrajjdır: Aracın camları, yaşamları ve yaşadıkları ülke
arasındaki sınırı oluşturur. Eşzamanlı olarak koruma ve dışlama…
Tarih
Daha öncesinde bu aile hakkında hiçbir şey bilmiyorduk. Şimdi ise her şeyi
biliyoruz. Bu fotoğrafta onların öyküsü kadar ülkelerinin hikâyesi de var. Tek
bir karede… Tüm hikâyeler bir başlangıca, ortasında yer alan bir gelişime ve
sonuca dayalıdır.

Göz açıp kapayasıya tüm hikâyeyi görüyoruz. Mary Ellen Mark, Damm Ailesi’nin
hikâyesini anlatıyor. Geçen 30 yılın ardından, hala ona kulak veriyoruz.

Bir hikâyenin tek bir karede nasıl anlatılacağından bahsederken, belki de Martin
Parr bu konuda akla gelebilecek en iyi fotoğrafçılardan biridir. Onun en ikonik
fotoğraflarından birini irdelemeden önce, onun neden dünyanın en iyi
fotoğrafçısı olduğunu düşündüğümü açıklamama lütfen müsaade edin.

Farklı fotoğrafçılar tarafından çekilmiş birçok fotoğraf görürken, Martin Parr
tarafından çekilmiş birine denk geldiğimizde bunun bir Parr fotoğrafı olduğunu
kolaylıkla anlarız. Peki neden? Hiç düşündünüz mü?

Birçok bakış açısı, ama sadece bir Parr var.

Temelde fotoğraf bir bakış açısının ifadesidir. Elbette işin içinde teknik
vardır, ama bir fotoğrafçıyı diğerlerinden ayıran ve onu tanımlayan şey kendine
has bakış açısıdır. Şunu bir deneyin: Gördüğünüz fotoğrafın belli bir fotoğrafçı
tarafından çekildiğini düşündüğünüz, ama bir başkası tarafından çekildiğini
öğrendiğiniz kaç vaka yaşadınız? Sanırım bu birçok kez başınıza gelmiştir. Parr
ise farklıdır: Kendine has bir stile sahiptir (bariz bir şekilde teknikleriyle
tanımlanmıştır – flaş ışığı kullanımı, yakın çekimler v.b.’leri) sadece o
böylesi fotoğraflar çekebilir.

Bir Epifani* – *Epifani aniden bir şeyin anlamı veya özünü anlamak veya ayrımına
varmak demektir.

Fotoğrafları “Hımm, oldukça zekice…” diyerek, ama aynı zamanda günümüzün
gerçek ve özgün birer ifadesi olarak okunabilir: genelde insanlara, daha çok
orta sınıfa ve hatta zengin insanlara odaklanır. Onları kendi nesneleri ve
sembolleri ile anlatmakla ilgileniyor gibi görünür. Mesela dindar mı olduklarına
veya sadece maddiyatçı bir toplumdan mı geliyor olduklarına odaklanır; pahalı
nesneler, tekrarlayan kalıplar, zıtlıklar…

Sanatın herhangi bir gerçek ifadesi gibi, o sade ve ortak gerçekliğe bir anlam
katar. Gizli anlam zaten oradadır ve o sadece kodu çözmüştür: kolaylıkla
tanıyabileceğimiz unsurları kullanarak, farklı bir hikâye anlatan özgün bir
kompozisyona yerleştirebilir.


‘Küçük Dünya’, Akropol, Atina, Yunanistan, 1991

Güzel olmayan fotoğraflar

Parr, bir fotoğrafın güzel olabileceğini unutmanızı istiyor. O, fotoğraflarıyla
bu ince güzellik tabakasını aramıyor. Güzel bir fotoğraf çekmek oldukça kolay:
bazı kuralları takip et, konunu seç, iyi bir ışık seç ve işte!!! Olay bitti.
Parr fotoğrafları, herhangi bir güzellik kavramı göstermez. Bunu umursamazlar.
Onun fotoğraflarının hikayesi entelektüel bir mekanizmadır. İzleyicinin beynini
kullanmasını gerektirir: mevcut noktaları birleştirerek yolu bulmak ve anlamı
kavramak. Bu bir desenin tekrarı, bazı renkler, yukarıdaki Akropolis
fotoğrafında olduğu gibi, ziyaretçilerin anıtın kendisinden daha önemli olduğu (ya
da olması gerektiği gibi) türden unsurların yan yana gelmesi olabilir.

Gözlemci

Parr tam bir gözlemcidir: her ne kadar işleri gerçekten de olması gerekenlerin
harfiyen cereyan ettiği “şanslı anlardan oluşan bir koleksiyon” gibi
okunabilirse de, bu fotoğrafları çekebilmenin ne denli büyük bir dikkat
gerektiğini anlamak oldukça kolaydır.

Konusunun etrafında belki de tek bir kare bile çekmeksizin uzunca bir süre
gülüp, gevezelik ederek takıldığını hissedebiliyorsunuz. Peki bu esnada ne
yapıyordur? İzlenimler edinip, kadrajını zihninde düzenliyordur… Sonrasında,
doğru zaman gelip çattığında tıpkı bir avcı gibi fotoğraf makinesiyle orada
hazır bulunuyordur.


Yana Yatık Pisa Kulesi. ‘Küçük Dünya’. Piza, İtalya, 1990

Parr, entelektüel olanın haricinde güzelliğin hiçbir farklı türünün peşinde
değildir: kompozisyonları genellikle gayet iyidir. Onunla ilgili harika olan
şey, iletiyi teslim etmesi için izleyicinin beynine gereksinim duymasıdır.
İzleyici pasif değil etkindir. “Ötesine ilerle: anlam hemen yüzeyde değil, onun
altında” mesajını verir. Eylem içerisindeki bir beyin, işte üzerinde çalıştığı
esas konu budur.

Ana konuya tekra geri dönelim: “Tek karede bir öykü nasıl anlatılır?”
Parr’ın özellikle bu fotoğrafından hoşlanıyorum. Ona baktığınız zaman muhtemelen
“Bu güzel bir fotoğraf” diye düşünmezsiniz. Evet hiç de güzel değildir, ama
anlatması gereken uzunca bir hikâyesi vardır. Şimdi bana kulak verin.


New Brighton, İngiltere, BK, ‘Son Resort’, 1983-85.

Restoranda bir çift

Bu fotoğrafta restoranda duvara bitişik bir masada oturan bir kadın ve erkek
var. Sofra kurulu ve yemeklerini yemek için bekliyorlar. Masada hiç şişe ya da
bardak olmadığı, çatal ve bıçakları hala önlerinde hizalanmış ve temiz olduğuna
göre henüz yemek yememişler. Kadın, tırnak ya da parmaklarına bakıyor.
Muhtemelen manikürünü kontrol ediyor. Adam sigara içiyor ve bakışı kadına doğru
ama delip geçiyor. Belli ki camdan dışarıya bakıyor. Bunlar bir çift; muhtemelen
de karı koca… Ortak bir yaşam paylaşıyorlar ama bugün ortak noktaları yok.
Buna rağmen hiçbir şey onları aynı günde aynı masada oturmaktan alıkoyamamış
gibi görünüyor. Vücut dilleri çok açık: Birbirlerine karşı kayıtsızlar.

Bu fotoğrafı benzersiz kılan sadece kompozisyonu yada çekildiği an değil, aynı
zamanda ifşa ettiğinin ötesini vurgulamasıdır. O gün ve saatte New Brighton’daki
restoranda masada oturan çiftin tüm hikâyesi hakkında sizin tahminde bulunmanızı
sağlamasıdır.

Hızlandırılmış bir filmi aniden stop düğmesine basıp durdurmak gibidir. Film bu
karede donuverir –  Hızlandırılmış olarak seyretseniz de buraya kadar neler olup
bittiğini mükemmelen bilirsiniz. Hayatlarının daha önce nasıl olduğunu
bilirsiniz. Benzeri birçok çift gibi bir hayat, ama diğerlerinin hepsinden de
bir o kadar farklı… İngiliz orta sınıfı ya da belki de avamdan olan bir çift,
bir Pazar günü dışarı çıkmaya ve bir restoranda öğle yemeği yemeye karar
veriyor.

80’lerin ortalarındayız ve bu çiftin ikonografisi o yıllara dair pek bir şey
içermiyor. Çünkü o dönemde tüm renk ve zevkler farklıydı: kabarık, fuşya, uzun
düz saçlar, ağır makyaj. 1984 yılında aynı gün Madonna, Venedik Köprüleri’nin
altında bir gondolda şehvetle şarkı söylerken, bu çift o restoranda yemeklerini
yiyiyorlardı. Ve Martin Parr da oradaydı.

Çoğu zaman Parr, toplumun acımasız bir eleştirmeni (İngiliz tarzı, oldukça
kibar) olarak tanımlanır. Hatta sosyete partilerinde çektiği fotoğrafları bir
yerlerde gördüğünüzü düşünebilirsiniz. Bu fotoğrafta gerçekten büyük insan
katılımı var. Fotoğraf size “Şu çifte bakın: birbirlerine bağlılar ama
aralarında bağlayıcı hiçbir şey yok” demiyor. Hikayelerini tek bir karede
öylesine kusursuz anlatıyor ki; onları o gün o restorana götürecek olan,
hayatlarının o anına dek çektirdikleri tüm fotoğrafları kestirebiliyorsunuz. Bu
kareleri muhtemelen gözlerinizin önüne getirebilirsiniz.

Bir öykü iyi anlatıldığında, ortaya sadece iyi bir komplo, eylem veya öykünün
hikmeti çıkmaz. İyi anlatılmış hikâyenin aynı zamanda anıları, kimliği, şefkati
veya reddi etkinleştirme yeteneği de açığa çıkar. Hikâye bir tepkiyi
tetiklediğinde ve safi eğlence olmadığında, bir şüphe taşıdığında veya bir
düşünce tohumu ektiğinde ardında izler bırakır.

Tıpkı bazı filmlerdeki gibi, o öyküleri dinledikten birkaç gün sonra da
üzerlerine düşünmeye devam edersiniz. Tam olarak ne söylediklerini anlamazsınız
ama bir şekilde sizinle konuştuğunu, size bir şeyler fısıldadığını
hissedersiniz.

– Kim bilir ne hakkkında konuştular.
– Kim bilir birbirlerine kızgın mıydılar.
– Kimbilir birlikte kalmak için yegane özel yöntem bu muydu.
– Kim bilir.

Bazı fotoğrafçılar hikayeyi sadece tek bir görüntü ile ustaca
nasıl anlatacaklarını bilir.
Bir fotoğraf anlattığının ötesinde daha binlercesini içeriyorsa, işte o zaman
güçlü bir hikaye anlatır.

Fotoğraf Klişeleri


Caspar David Friedrich, Sis Denizinin Üstündeki Gezgin

Bu makaleyi, fotoğraf sanatını yozlaştırdığına inandığım bazı fotografik
klişelerden bahsederek bitirmek istiyorum.

David Friedrich’in üsteki yağlı boya resmi, milyonlarca fotoğrafçıya veya
fotoğrafçı özentisine ilham kaynağı oldu. Bir fotoğraf makinasına sahip olmanın,
fotoğrafçı olmak anlamına geldiğini düşünen kadın ve erkeklerden bahsediyorum.
Sanki araç ve onun kullanımı, kullanıcının bu aracın ne anlama geldiğini
bilmesini sağlarmış gibi…

– Fotoğraf çekmek bir tavır, bir eğilim, bir dünya görüşünün
ifadesidir. Asla sadece bir aletten ödünç alınan sihirli bir sanat değildir.
Elinde tuttuğu fotoğraf makinesi insanı fotoğrafçı yapmaz. Fotoğrafçılar
fotoğraf makinesini sadece bir araç olarak kullanırlar.

Birçok kişi böylesine mükemmel ve esrarengiz bir tablodan esinlenerek, sanat
yapmanın en kolay yolunun onu taklit etmek olduğunu düşündü.

Eğer bu resim insanda bazı duygular uyandırıyorsa bunun sebebi olağanüstü bir
manzara karşısında, yaşamın metaforu olan bir konu yaratmasıdır: bulutlar
tarafından gizlenmiş güzellik. Sevinç ve acı, netlik ve kafa karışıklığı, görüş
ve kargaşa. Kısacası hayat.

Ancak duyguların şöyle bir tuhaflığı var: İnsanı ilk etkilediklerinde güçlüler,
hemde çok güçlüler… Ama sürekli tekrarlandıkça da güçlerini bir süre sonra
yitirirler. Aynı duygunun milyonuncu kez tecrübe edilişi, ilk hissedilişinden
çok daha fazla basmakalıptır. Çünkü artık beklenen ve tahmin edilen bir
durumdur. “Bulut manzarası ve ona bakarak meditasyon yapan adam mı? Çoktaaan
görüldü!!!”.

Instagram, sosyal ağlar ve dijital fotoğraf makineleri bu duyguyu önce arttırdı.
Ardından da yatıştırıcı bir hisse dönüştürdü: birçok kişiyi fotoğraf çekmenin
çalışan ve akılda kalıcı bir şablonu tekrarlamak olduğuna ikna ettiler. Fakat şu
unutmamalı, dünyanın en iyi pop şarkısını dinlemek ya da en iyi pizzasıyla
beslenmek eninde sonunda insana gına getirir.

Ve elbette fotografik stereo-tipler çoğul ve tekrarlı: kümeler ve gruplar
halinde takılıyorlar. Binlerce fotoğraf halihazırda görüldü, defalarca
tekrarlandı. Arka plan değişir, ama ön planda ki fantezinin ölümü hep aynıdır.

Orwell, özellikle gazetecilikte metaforların sıkça tekrar edilmesinin dilin
ölümü manasına geldiğini söylemiş. Yeni anlamlar türetmeden tekrarlamak,
metaforun ‘ortaya çıkarmak’ manası taşıyan duygusundan vazgeçmek anlamına gelir.
Bir başka deyişle, Fazlasıyla anımsatıcı ve daha anlaşılır görüntüler kullanarak
bir kavramı açıklamak… Tekrarlamanın bu çağrımsal gücü baltalamasına benzer
şekilde, klişelerin tekrarlanması da fotoğrafı zayıflatır. Mevcut bir metafordan
daha direkt bir metafordur ki, bu zaten kendi içinde bitmiş bir görüntüdür.
Bir fotoğrafın belirli bir anı temsil ettiği anda ortaya çıkan özgün duygusal
bir uyum vardır. Bu aynı zamanda fotoğrafçının sahip olduğu bir ruh halidir
de… Bu sadece ilk kez görüldüğünde etkinleşen, belirli bir duyguyu, anıyı
çağrıştıran, samimi bir mekanizmadır. Zaten görülmüş bir görüntünün hatırlatması
olan bir anıyı anımsadığında, onu sadece tanır ve bir duygunun cılızca yeniden
hissedilmesini sağlar.
Halihazırda görülmüş her bir görüntüde, orijinal görüntünün ve yaratıcı
düşüncenin çifte ihaneti mevzu bahistir.
lk görüntü — kopyalanan, her zaman tanınan ve tükenesiye insana gına getiren
binlerce çeşitlemesinde reddedilen — gerisinde bir anı bırakır; Yaratıcı fikir
artık ortaya çıkmaz, çünkü yaratılış yoktur. Halihazırda görülmüşe ihtiyatlı bir
güven vardır: – Bir keresinde iş görmüştü. O zaman yine görecek…
– Hayır, efendim görmeyecek.
Ticari olarak, elbette iş görecektir. Fakat artık bir fotoğraf olmaktan
çıkmıştır. Bir görüntü, işlevsel bir nesne veya klişelerin bir tür ifadesidir.
Sanatın anarşist çeşitlemelerinden hoşlanmaz: Bu sadece daha önce görülmüş
olanın güvencesinin bir anıtıdır. Kendini ve nesneyi bir arabaya bindiren ve bu
konuya insan mı, hayvan mı ya da doğal mı diye bakmayan, ancak bunun yerine
zihinsel bir imgeye bakan ve daha önce görülen bir türe göre yeniden bir araya
getiren fotoğrafçı, gerçekliğe bakmaz ve yorumlamaz. Sonunda yeni bir nesne
oluşturarak yeniden yazar. Sadece kendi görsel hafızasına bakar.

Şimdiye kadar gördüğümüz her fotoğraf, halihazırda gördüğümüz her bir kadrajın
kompozisyonu, bu kadrajdaki her öğenin diğer binlerce seferde olduğu gibi
düzenlenmesi fotoğrafa ihanettir.

Teknik olarak bir fotoğraftır. Ancak buradaki “teknik”
tanımlaması, içinde olması gereken sanatı değil, sadece bir desteği
anlatıyordur.

miratinpuslufotografatlasi.blogspot.com/‘dan alıntıdır.

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir